30 Temmuz 2013 Salı

........RUHU DİNLENDİR.... MUSTAFA ULUSOY

Muhabbet mi dert anlatmak mı?

Eşimle konuşamıyoruz.’’Konuşmayın zaten, konuş konuş nereye varır hayat? Bazen sessizliktir çözüm.
Kelimeleri yutmaktır. Söylenmeyecekleri söylememektir. Söylenecekleri erteleyebilmektir uygun bir zamana.
Bazen konuşmak, muhabbetin zehridir.
Sadece dertten, tasadan, sorundan mürekkep bir konuşma, ruhların esas tasasıdır.
Unutulmamalıdır ki, dertler anlatıla anlatıla eksilmez, istiflenir.
“İşyerinde şunları şunları yaşadım. Bana haksızlık yapıldı yine.”
 Sus ve yaşamın sesini dinle. Ne yapıyorsun her akşam öyle?
Sürekli dert anlatmak geveze akılların işidir.
Yolda gelirken bir ağaç da mı gözüne çarpmadı çiçek açan? Yağmur tanelerinin taşıdığı rahmetin sesini de mi duymadın? Başını kaldırmadın mı hiç gökyüzüne?
Bir kitapta mı okumadın bahis açacak?
Bir şiir yok mu etkilendiğin?
Ya da bir çocukluk hatıran?
Bildiğin bir hadis, bir ayet.
Sana yapılan haksızlıkları anlata anlata neden cilalıyorsun onları?
Bildiğin bir fıkra da mı yok?
 “Dinle şekerim, biliyor musun başıma ne geldi geçen?”
Ne can sıkıcısın.
Muhabbetin celladı mı olacaksın?
Dertlerini, sorunlarını arkadaşına boca etmeye mi geldin, muhabbet etmeye mi?
Nerede görülmüş dertleri anlatmanın kalbin ilacı olduğu?
Hangi ruh dinlenir şikâyetler yumağında?
Dinginlik muhabbettedir oysa, muhabbetin diliyse başkacadır.
Sürekli dert yanmak hayatın boğazındaki yağlı urgandır.
Sanırsın ki dünya dertlerden müteşekkil.
Bu dönmekten yorgun dünyada, kalplerin aradığı tek şey, şöyle durup demlenebileceği serin bir gölgeliktir; sağanak halinde dostun üstüne yağan ve tepeden tırnağa onu şikâyete bulayan dertleri sırtlanmış laf yağmuru değil..
Çöldeki fırtınadan bir taşın altına sığınmaktır muhabbet.
Yağmurlu bir kış gününde, bahçene sığınmış bir kediye, mukavva kutulardan yaptığın derme çatma kulübedir.
Mutlak Varlık’tan bahis açmaktır ruhun aradığı serinlik. O’nu anmaktır iki kişilik bir evrende.
Melekler hakkında konuşmaktır.
Cenneti anlamak ve anlatmaktır.
“Ah, neden ikimiz de sessiziz?”
Sessiz mi?
Hadi canım.
Duymuyor musun kaşığın bardaktaki tıkırtısını? Karşındakinin çayını içerken çıkardığı sesi neden sesten saymıyorsun? Çayın yanındaki kurabiyeden sana ikram edişiyle konuştu ya, illa kelimelere mi muhtaçsın?
Neden kulak kabartmıyorsun?
Ya rüzgârın uğultusu?
Söylesene ona bunu.
Suskunluk büyük bir konuşmadır.
Duyana.
“Ay kızım, bugün yine çok çok kötüyüm.”
Kim yakınıp durarak, sızlanarak daha iyi hissetmiş kendini?
Hangi ağrı geçmiş, hangi dert derman bulmuştur?
Yaraları tekrar tekrar yaralarsın oynayıp durdukça kabuğuyla... yeniden kanatıp durdukça sen kendini.  O kabuğu kaldırdıkça yeniden ve yeniden.
“Yaralarımdan başka bir şey sergilemedim” diyor şair (Jean Cocteau) ve ekliyor: “Boş yere ortaya kendimi dökmek delilikti.”
“Kocam çok aksi ayol.”
 Sen şimdi böyle şikâyet ettin ya, akşama kocanın aksiliği maksiliği kalmaz, yumuşak mı yumuşak, anlayışlı mı anlayışlı biri olup çıkar.
Daha bu sabah baktın aynaya halbuki. Yaşlandığını gördün süslenirken. Bir kat daha fondöten sürmek geçti içinden. Geçicilik yüzüne yeni çizgiler ekledi. Korktun.
Fanilikten bahis açamaz mısın, mesela?
“Konuşmaya başlar başlamaz kavga ediyoruz.”
Konuşmayı, hayattan yakınmak ve şikâyet diye tanımladığınız sürece, madem öyle, konuşmayın o zaman.
Kelimeleri hakkıyla kullanmayı öğrendiğinizde başlarsınız sohbete.
Bir ömür var önünüzde.
Yan yana oturun siz de, sessizce.
Bırakın dinsin öfkeniz sessizliğin serinleten gölgesinde.
Tek kelime etmeyin, sadece çay demleyin.
Hatta çekirdek çitleyin.
Çekirdeğin sesini dinleyin, illa ki bir ses diyorsanız.
Ya da bir müzik açın radyoda. Ama o da sözsüz olsun.
Çözüm yolu aramak için anlatın
“Derdimizi hiç mi anlatmayalım?”
Anlatalım elbette.
Bir şartla.
İstişare yapmak için.
Anlatıp rahatlamak için değil.
Şikâyet etmek, sızlanmak için değil. Anlatıp bir çözüm yolu aramak için anlatın.
 Yok illa dert anlatmaktan kendimi alamıyorum diyorsan, tamam derim.
Ölümden başlayabilirsin söze.
Sonsuz bir hayatı kazanmak ya da kaybetmek.
Hangi mesele, hangi sorun bundan daha büyük?
Bir sağındaki bir solundaki meleklerin yazdıklarına bir bak hele.
Hangi şeyden daha önemsiz?
Hangi ağrıdan, hangi sızıdan, hangi haksızlığa maruz kalmaktan, hangi kaygıdan, gam ve kederden? 

Hal diliyle konuşmak

Bir gün dergahın kapısına bir yabancı geldi, zikir halkasına dahil olmak istiyordu. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Kapının  tokmağı yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki mürit, kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra hal diliyle konuşmaları başladı.
Kapıyı açan mürit içeri girdi, elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla geri döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Yabancı anlamıştı. Dergâh bahçesindeki güllerin yanına gitti, güllerden bir gül yaprağını alarak kabın içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su bir damla dahi taşmamıştı. Bu durumu gören mürit, saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı.

2 yorum: